‘Geri Döneceğiz’ belgeseli yayınlandı: Kameranın döndüğü her yerde ‘Umut’
İZMİR – İmaj aktivisti Murat Yüksel, 6 Şubat depreminden yaklaşık 5 ay sonra başladığı “Geri Döneceğiz” adlı belgeselini yayınladı. Yüksel, Hatay’daki yıkımı konu alan belgeselde meslek odaları, sendikalar, dernekler, STK temsilcileri ve depremzedeleri bir araya getirdi.
Türkiye’deki deprem gerçeğine dikkat çekmek ve toplumsal hafıza oluşturmak amacıyla yola çıkan Yüksel, depremin ardından Hatay’da yaşananları kaydetti. Belgesel, 6 Şubat’ta Aydın Didim’deki gösterimin ardından Antakya, İzmir ve İstanbul’da da gösterilecek.
Çekimler için 20’den fazla kişiyle bir araya gelen Murat Yüksel ile Hatay’daki yıkımın boyutlarını ve bu süreçte yaşadıklarını bir belgeselci bakış açısıyla konuştuk.
‘DEPREM BÖLGESİNDEKİ SORUNLARA UYUMSUZ KALMAK İSTEMİYORUM’
Öncelikle ‘We Will Be Back’ belgeselini çekmeye nasıl karar verdiğinizi sormak isterim. Başlangıç noktanız neydi?
6 Şubat depremi 11 ili etkiledi, ülke genelinde seferberlik yaşadık. Toplumsal dayanışmanın ne kadar değerli ve güçlü olduğunu gördük. Ancak depremin ilk aylarında yapılan yardımlar zamanla azaldı. Daha sonra bir seçim sürecine girdik. Depremi, orada yaşayanların, göç etmek zorunda kalanların acılarını unuttuk. Kısa sürede normal hayatımıza döndük. Kısa bir süre sonra tüm sorunların çözüldüğü, her şeyin normale döndüğü izlenimi yaratılmaya çalışıldı. Elbette bu unutma ve unutturma durumunda medyanın rolü de çok büyüktür.
Böyle bir ortamda deprem bölgesinde hayatın normalleşmediğini göstermek gerekiyordu. Deprem öncesi ve sonrasında yaşananların kayıt altına alınması çok önemliydi. Unutturulmaya çalışılan deprem bölgesindeki insanların sorunlarına kayıtsız kalmak istemedim. Daha önceki belgesellerimi toplumsal hafıza oluşturmak için çekmiştim. 6 Şubat depremiyle yıkılan Hatay’ın yıkımını anlatan bu belgeseli de bu yüzden çektim.
‘DEPREM SONRA BELGESEL ÇEKMEK ZOR BİR DENEYİM’
Çekimlere başlamadan önce ön çalışma süreciniz nasıldı? Çekimler sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Depremden sonra Hatay’da toplumun çıkarları doğrultusunda çalışan meslek odaları, birlikler, dernekler ve STK’larla bir dizi toplantı yapmak zorunda kaldım. Bunun dışında bölgeyi tanıyan ve belgeselimde proje danışmanlığı yapan Yusuf Cemre Cibaroğlu ve Onur Yıldırım bana yardımcı oldular. Olay yerine indikten sonra depremzedelerle görüşmem kendiliğinden gerçekleşti.
Yıkılan bir şehirde belgesel çekmek başlı başına zor bir deneyim. İnsanların kayıpları ve acıları çok büyük. Psikolojik olarak etkilenmenin yanı sıra fiziksel olarak da zorluklar yaşadım. Mesela Hatay Tabip Odası Başkanı ile bir yıkım alanında röportaj yaparken kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya geldik. Silahlı saldırıyı engellemeye çalıştılar. Fiziki müdahale olmadı ama sözlü olarak ateş etmememi söylediler. Çekime devam ettik.
Belgeselde konuştuğunuz kişileri hangi bağlamda ve neye dayanarak seçtiniz?
Depremi ve etkilerini bilimsel açıdan anlatmak için profesyonellerle konuşmayı tercih ettim. Onlar da depremzedelerdi. Yine onlar gibi deprem mağduru olan ve bölgedeki insanların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan STK temsilcileriyle görüştüm. Bölgede dolaşırken depremzedelerle röportaj yaptım. Kimseye rastgele müdahale etmedim. İnsanların isteklerini en doğal ve sade haliyle belgeselle buluşturmaya çalıştım. Bu formda daha kolay bir diyalektik kuracağımı düşündüm.
Depremle birlikte Antakya’nın kent dokusu onarılamaz hale geldi. Deprem sonrasında yaşanan yıkımın boyutunu bir belgeselcinin bakış açısıyla nasıl anlatırsınız?
Bunu tanımlamak çok zordur. Ne söylersem söyleyeyim bir şeylerin eksik kalacağını biliyorum. Yıkılan, paramparça edilen ve yaralanan bir şehir. Geceleri şehirde araba farları ve sokak lambaları dışında ışık yok. Hijyen ve su en temel ihtiyaçlar… Haziran ayında ilk kez Antakya’ya gittim. Temmuz ayında tekrar gittiğimde o dönemde kaydettiğim bölgedeki evler kaybolmuş, bölge kocaman bir yere dönüşmüştü. Tüm yaşam belirtileri silinmişti. Sanki daha önce orada evler yokmuş gibi, sanki içinde hiç yaşanılmamış gibi dümdüz edilmişlerdi.
Hatay asla eski dokusuna kavuşamayacak, bunu hepimiz biliyoruz. Bir tarih yok edildi. Binlerce bina, kültürel yapı ve dini tapınak yıkıldı. Bu şehri bu yıkıntıların altından ayağa kaldıracak olan Antakya halkıdır. Farklı fikir ve inançlara sahip insanlar tek bir amaç için bir araya gelerek Antakya’nın kaybolan dokusunu yeniden canlandırmaya çalışırlar. İnsanlar şehirlerinden vazgeçiyor, yan yana durup küllerinden bir şehri yeniden inşa etmek istiyorlar. Umarım Hatay halkının acılarından yola çıkarak çıkar uğruna feda edilen bir organizasyona dönüşmez.
Tüm bunlara ek olarak depremin yarattığı yıkımın ardından bölge artık asbest tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bırakın binaları ayırırken su kullanmayı, demir taşıyan kamyonların üzerine branda dahi örtülmüyor. Birkaç kuruş fazla kazanmak isteyen işverenler insan sağlığını hiçe sayıyor. Zeytinliklere moloz dökülüyor. Samandağ kıyısında deniz tabanına molozların düştüğüne şahit oldum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Dikmece Köyü’nde deprem barınakları yapmak için birinci sınıf tarım arazilerindeki zeytin ağaçlarının yok edilmeye çalışıldığına da şahit oldum.
‘BURAYA AİT OLMA DUYUSU ŞEHRİ YENİDEN YÜKSELECEK’
Peki depremin verdiği hasarı ve insanların yaşadıklarını bu belgeselle yeterince yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Buna net bir cevap vermem mümkün değil. Antakya’da farklı zamanlarda çekim yaptım. Süreci daha detaylı anlatmak istedim. “Geri Döneceğiz” adlı belgeselde birçok kişiyle röportajlar yaptım. Röportajları olabildiğince geniş ve basit tutmaya çalıştım. Ancak yine de insanların deneyimlerini yeterince yansıtıp yansıtamayacağım konusunda çekincelerim var. Bana göre bir belgesel bir sorunu tam anlamıyla yansıtamaz; her zaman bir şeyler eksiktir. Sonuçta ben sadece bir muhabirim ve bu sorunun cevabını belgeseli izleyenlerin vereceğini düşünüyorum.
Filmi izlerken gidenlerin duvarlara “geri döneceğiz” yazdığını görüyoruz. Sizce bu umudu canlı tutmak mı, yoksa kayıp geçmişin inkarı mı?
Antakya halkı topraklarına o kadar bağlı ki bu yıkılan şehirden ayrılmıyor. Bunun arkasında farklı bir dayanışma ve aidiyet duygusu yatıyor. Kameramı nereye çevirsem her zaman umut vardı. İnsanlar kapıların önünde oturuyor, çocuklar sokak ortasında oynuyorlardı. İnsanların kentlerine olan bağlılıklarını ve çabalarını yakından görünce duvarlara yazılan “Geri döneceğiz” sloganının anlamını daha iyi anladım.
Antakya daha önce 7 kez büyük deprem yaşadı ve 7 kez küllerinden yeniden doğdu. Şu anda şehrin hafızası diyebileceğimiz yerler yok. Ama buraya ait olma duygusu bu kadim toprakları tekrar ayağa kaldıracaktır. Gözlemlediğim kadarıyla Antakya halkı, bir önceki depremde olduğu gibi, kaybolan geçmişi yeniden dirilterek hep birlikte ayağa kalkacak…
(KÜLTÜR VE SANAT HİZMETİ)